22 Şubat 2012 Çarşamba

Sabratha LIBYA





İstanbul’dan 2 saat 20 dakikalık bir yolculuğun ardından uçağın penceresinden Libya’ya ilk bakışımda aklımdan geçen şeyler şunlardı: "Burası kesinlikle farklı bir yer olacak…"

Gerçekten de günler geçtikçe başta iklimsel ve coğrafi farklılıkların yanı sıra çalışma hayatı, sosyal yaşam ve insan profilleri ile Türkiye’den oldukça farklı bir ülkede olduğumuzu zamanla görebildim.

Günler geçtikçe ve biz o günleri çeşitli bölgelerde, çeşitli insanlarla geçirdikçe gördüğümüz farklılıkların bazen mutluluk verici bazen eğlendirici, bazen de düşündürücü olduğunu gözlemledik. Dolayısıyla tüm bu yapısal ve yer yerde kimyasal farklılıklar arasına karışıp Libya genel profiline bir renkte biz kattık. İşte tüm bu düşünceler ve yoğun iş temposundan kaynaklanan rahatlama isteği, kendimizi Libya’nın güzelliklerini keşfetmeye yöneltmemize neden oldu. Dolayısıyla bunun yollarını aramaya ve araştırmaya başladık ve ilk ulaştığımız sonuçlar Libya’nın en ünlü yerlerinden olan Leptis Magna (Khums), Osmanlı Çarşısı (Tripoli), ve Sabratha’yı gezme şansımız oldu.

Az bulutlu, güneşli ve sıcak olan tipik bir Libya gününde yoğun iş temposuyla Tripoli’de başlayan işlerimiz Tripoli’nin Tunus sınırına doğru 130 km kadar Kuzey batısında bulunan Zuwarah’a kadar uzandı. Öğleden sonra tamamlanan işlerimizin ardından kalan zamanımızı 4 mühendis arkadaş Zuwarah’a yaklaşık 50 km ve Tripoli’ye kuzeybatı yönünde yaklaşık olarak sahilden 70 km uzaklıkta bulunan tarihi Sabratha kentine gitmeye karar verdik. Zuwarah’tan tek yönlü bir yol ile yaklaşık 30 dakikalık bir araba yolculuğu ile aynı ismi taşıyan şehrin merkezinden tarihi Sabratha şehrine doğru uzanan yola girdik ve Leptis Magna’ya göre giriş kısmı daha düzenli olan tarihi kentin önüne gelerek uzaktan görünen kalıntıların etkisiyle yavaş yavaş büyüleyici Sabratha atmosferine girdik.

M.Ö. 6.yy.’de Fenikeliler tarafından Trans-Sahra ticaret yoluyla Afrika’dan gelen malların, şehrin doğal limanı sayesinde dünyaya aktarıldığı bir ticaret merkezi olan tarihi kente kapısından girdiğinizde ilk dikkatimizi çeken oldukça iyi korunmuş olan 3 katlı tiyatro oldu. Bu gün dahi halen birtakım organizasyonlar ve konserler için kullanılan tiyatro, şehrin en şaşalı zamanlarını yaşadığı imparator Septimus Severus (193-211) döneminin büyülü havasını size hissettirebiliyor. Biz de uzun süre bu masalsı, mimari harikanın içinde oyalandıktan sonra, bir zamanlar sanatın, zenginliğin ve mimarinin bu topraklarda nerelere gelebilmiş olduğunu gözlemleyerek, düşüncelere daldık. Sonra, şehrin insanı içine çeken tarihi dokusunun içine, suyun toprağın üstünde takıla takıla süzülmesi gibi bazen hızlı bazen yavaş, şehrin, yani o anda aslında tarihin içinde ilerledik.


Duvarların üzerine kazınmış yazılardan bir tanesi

Şehri gezdikçe bazı yerlerde taşlara kazınmış olan Latin harfleri dikkatimi çekti. Benzer duvar yazılarını Efes (Türkiye) ve Leptis Magna'da da görmüştüm. Hele Efes’teki beni çok etkilemişti. Orda gördüğüm 2 Latince kelimenin aslında birbirlerinin aşkını duvara kazıyan iki gencin isimleri olduğunu öğrenmiştim. Yüzyıllar önce insanların bu şekilde aşık olduğunu belki de dolaştığımız tarihi sokakların nice gizli yerler, nice hisli anlar barındırdığını düşünmek, harabe halindeki evlerde, nice insanların acı, tatlı nice duygularını, nice hislerini yaşadığını, o evlerde nice sofralar kurup, şimdi olmayan pencerelerinde güzel çiçekler yetiştirdiğini, pencerelerden birbirlerine laflar atıp, uzun uzun sohbetler ettiğini düşünmek, bir zamanlar aynı sokaklarda, çocukların koştuğunu, bir kedinin sokağın başında kendini kıstırmış olan köpekten kaçmaya çalıştığını, balıkçının tezgâhıyla şehirde gezindiğini düşünmek, kısacası bu şehrin bir zamanlar doyasıya yaşadığını hissetmek sizi bu dünyadan, var olmakla olmamak arasında kalmış, tarihte bir yerlerde gizli olan dünyalara götürebiliyor.
  
Tapınaklardan genel bir görünüm

Şehirde özellikle dikkat çeken 4 imparator  şunlar;
-Antonius Pius( MS 138-161)
-Marcus Aurelius Antonius ( MS 161-180)
-Lucius Aelius Aurelius Commodus (MS 180-192)
-Septimus Severus ( 199-211)

Tripolis yani 3 şehir; Oea (Tripoli), Leptis Magna (Khums) ve Sabratha şehirleri içinde en küçüğü olmasına rağmen geniş bir alana yayılmış olan Sabratha MÖ. 6. yy’de kurulmuştur. Romalıların eline geçtikten sonra çeşitli badirelerin ardından 2. ve 3. yy’de Leptis Magna gibi tekrar elden geçirilerek yenilenmiş, şehir mimari açıdan zirve noktasına ulaşmıştır. 4. yy’e kadar süren refah dönemlerinin ardından büyük ve yıkıcı bir depremin ardından şehir kendini toparlayamamış, Bizans döneminde ise küçülerek ve nispeten önemini yitirerek mütevazı bir liman kentine dönüşmüştür. Bu günlerde, Sabratha içinde bulunduğu şehre ismini vermiş ve ismini aynen korumuştur.

Romalılarda halk tuvaletleri

Şehir mimari özellikleri temel alındığında geç 3.yy eseri olan tiyatronun dışında, yaşam alanları, hamamlar, İsis Liber Pater, Lan Flom, Serapis gibi tanrıça ve tanrılara adanmış tapınaklar (deniz kıyısındaki 8 adet yan yana dizilmiş uzun sütundan oluşan Liber Pater tapınağını şehrin her yerinden görmeniz mümkün), bazilikalar, çeşmeler, mezarlıklar ve Romalılara has halk tuvaleti bulunmakta. Sikke ve değerli tarihi eşyalar ise tarihi şehrin içinde bulunan müzede ve bazı değerli parçalar da Tripoli şehir merkezinde Osmanlı çarşısının yanındaki müzede bulunmaktadır.


Kıyı kesiminde, önünde başsız bir kadın heykeli bulunan ve yanında çok iyi korunmuş olarak bulunan mozaikler ise görülmeye değer. Denize doğru bakan, banyo zemininde bulunan bu mozaiklerin dışında bu noktada biraz oturmanızı, Akdeniz'in o muhteşem deniz havasını içinize çekmenizi ve tam da bu noktadan şehrin harika manzarasını tekrar bir izlemenizi tavsiye ederim.Şehri dolaştıktan, tarihi doya doya yaşadıktan ve bizlerden önce yaşamış medeniyetlerin yaptıklarını gözlerimizle görüp insanoğlunun var oluş ve yok oluşlarla dolu serüveninin bir kez daha anlamaya çalıştıktan sonra şehirden yavaş yavaş ayrıldık. Üzerimizde hafif şaşkınlık, hayranlık ve biraz olsun rahatlamanın verdiği hisle arabamıza doğru yöneldik ve güzel bir günün ardından evlerimize doğru yol almaya koyulduk. Tabii ki eğer isterseniz bölgede oteller ve şehrin dışında birkaç yerde ufak tefek hediyelik dükkânlar mevcut. Fakat satılan ürünler Tripoli’de veya Libya’nın herhangi bir bölgesinde bulabileceğiniz türde.


Farklı bir gün yaşamak istediğinizde çıkıp gidebileceğiniz Sabratha antik kenti daha çok insan tarafından bilinmesi gereken, Libya’ya kattığı kültürel ve ekonomik değerle el üstünde tutulması gereken tarihi bir mekân. Sanırım Unesco’da bizim gibi düşünmüş olmalı ki 1982 yılında tarihi şehri Unesco Dünya Kültür Mirası kapsamına alarak bunu göstermiştir.

Onur TÜLÜ
Libya 2010





CYRENE / LIBYA



Tripoli’de Ekim ayının tozlu ve bazen sıcak, bazen ılık olan o kararsız havalarından birinin hakim olduğu bir günde verdiğimiz karar neticesinde Shahhat’te planladığımız iş için son hazırlıklarımızı tamamladık.
İşin aciliyeti nedeniyle, Tripoli’den Shahhat’e gitmenin en kısa yolu olan, Bingazi’ye uçakla ve daha sonra kara yolu ile Shahhat’e geçme planıyla yollara döküldük. 1 saat 10 dakikalık bir uçak yolculuğunun ardından Bingazi’deki işlerimizi hallettikten sonra Shahhat’e doğru yola çıktık.
250 km olan yolu 2 saat olarak hesaplamış olsak da, öyle olmasının biraz zor olacağını yola çıkınca anladık. Bingazi’nin 250 km kuzey batısında bulunan Shahhat’e yolculuğumuz Bingazi’nin çıkışından 70 km kadar süren düz bir yol ile başladı. Bu düz yolun iki yanında kalan ve muhtemel karşılaşacağımız güzellikleri kaçırmamak üzere etrafı izlerken küçük bir sürpriz yolumuzun üzerinde bizi karşıladı. Tripoli’de, Zuwarah’ta, Bingazi’de rastladığımızda çok şaşırmadığımız bir Türk lokantası bizi karşılayıverdi. Tamda yemek vaktimize denk gelen bu lokantada yemek yerken benimde aklımdan geçen şeyler bu ıssızlıkta bu lokantanın tamda bu noktaya Türkler tarafından kurulmasının nedeniydi.  Türklerin insanı şaşırtan bu sürprizlerinin yarattığı tebessümle sohbetimizi ve yemeğimizi tamamlayıp lokanta çalışanlarıyla selamlaşıp tekrar yollara koyulduk.
Yaklaşık 70 km’lik düz yolun ardından bir sürpriz daha yaşadık ve Libya’da ilk defa oldukça yeşil, virajlı ve gittikçe daha da dikleşen bir yolla tırmanışa geçtik. Sürekli tırmanışın ardından yolun 3. sürprizi de bizim için Ömer Muhtar köprüsü oldu. Ömer Muhtar ismine yakışan büyüklük ve nizam ile inşa edilmiş köprünün üzerinde bir süre duraklayıp altımızda akmakta olan vadiyi ve her yanımızı saran rüzgârlarla o ölümsüz ruhun bizi selamladığını hisseder gibi olduk ve gitmek zorunda olduğumuz işimiz için arabalarımıza atlayarak yolumuza devam ettik.

Wadi Al Kouf  köprüsü ve manzarası.

Köprüden sonra yaklaşık olarak 40 dakikalık bir yolun ardından yeşil Shahhat karşımızda duruyordu. Libya’nın diğer şehir yapılarına benzer yapıya sahip olan küçük Shahhat kasabasının iş yapacağımız kısmı genel şehir görünümünden tamamen farklı olan, şehrin en güzel, en yeşil olan ama en önemlisi içerisinde müthiş bir tarih barındıran efsanevi Cyrene şehrinin bulunduğu Yeşil Dağdı.
Yeşil Dağ mevkiinde tarihi kentin içine girmeden ilk göze çarpan muhtemelen 200-300 yıllık Yunan mimari özelliklerine sahip ama maalesef şu anda bakımsız durumdaki evler olmakta.  Bu evlerin hakim konumlarını, sahip oldukları eşsiz manzaraları incelediğinizde bu insanların bu masalsı şehirleri nasıl yapabildiklerini, bu sanatkar ve yaratıcı ruha nasıl sahip olabildiklerini bir an anlayabiliyorsunuz. Tüm bunları düşünürken bu sarı renkli taştan evlerin bile bir ruhunun olduğunu fark edip bakımsızlıklarına biraz daha üzülüyorsunuz.  
 Bu düşüncelerin ardından dolambaçlı ve kısa yolun sonunda yamaçlardan aşağıya akarcasına uzanan Cyrene şehri ayaklarınızın altından sizi karşılıyor. Cyrene şehri, bir uçurumun ardında başlayan, 10 km boyunca uzanan ve Akdeniz ile birleşerek, uçsuz bucaksız bir düzlük halini alan manzarasıyla, yaklaşık 550 m rakımlı, kışları kar yağacak kadar serin havasıyla bir dağın tepesinde, her noktasının tarihle dolu olduğu, şaşırtıcı derecede büyük olan Antik Yunan- Roma mimarisinin tipik elemanlarını barındıran yaklaşık 2600 yıllık tarihi bir kent.

Cyrene şehrinin küçük bir bölümü.

            2600 yıllık Cyrene şehrinin kuruluşu M.Ö 6. ve M.Ö 7. yüzyıllara Dorian kolonilerinin bu mevkiye göçleriyle başlamakta. Dorian kolonilerinin şehri kurmalarının ardından kısa sürede antik Libya’nın Cyrenaica bölgesinin baş şehri olan ve M.Ö 4. yüzyılda en yüksek refah seviyelerine ulaşan Cyrene şehri ekonomik gücünü mimarisine yansıtarak o zamanlarda yaratılan bu üstün koşulları adeta ispatlamakta. Şehrin bu üstün refah seviyesi, takvimler M.Ö 460 yılını gösterdiğinde Cyrene şehrinin bir cumhuriyete dönüşmesiyle sonuçlanmıştır. Bu noktada antik çağ dönemlerinde denizden yaklaşık 10 km uzaklıkta olan bu şehrin nasıl bu kadar gelişebildiği sorusu akıllara gelebilir. Bu sorunun cevabı farklı şekillerde verilse de bu gelişimdeki en büyük etmenin, o dönemlerde erkekler için afrodizyak kadınlar için ise doğum kontrol amaçlı kullanılan mucizevî Silphium bitkisinin ticaretine bağlanmaktadır.


Mucizevî Siphium bitkisi ve üzerine baskılarının yapıldığı Cyrene paraları.




O dönemlerde oldukça değerli olan bu bitkinin en fazla bulunduğu yer olarak ve yine sanıyorum ki kazandırdıklarından ötürü Cyreneliler bu bitkiyi yapılarının duvarlarına ( ki tohumu kalp şeklinde tasvir edilir) ve hatta paralarına basmışlardı
Tabii olarak ekonomik gelişmişlik ve Roma-Yunan yaşayışının kültür anlayışı sanatsal yapılar ve yaşam tarzının yanında şehre birde içlerinde Sokrates’ in öğrencilerinden Eratosthenes gibi filozofları ve bu filozoflar aracılığıyla kurulan filozof okulunu da kazandırmıştır.Şehirde bunun dışında göze çarpan en önemli yapılar; kayalara kazılan ve Dorian kolonilerini karakterize eden mezarlar, Apollo Tapınağı, Demeter ve Kore Tapınakları, Arenalar, Haşmetli Zeus Tapınağı, birden fazla yerde görebileceğiniz anfiler ve çeşitli Roma kalıntıları.
Zeus ve Artemis Tapınağı


Şehrin zaman içinde en büyük sorunları refah seviyesinin en yüksek seviyelere çıktığı andan itibaren başlıyor. M.Ö 431 ile M.Ö 404 yılları arasında sadece 1 yıl ara verilen ve tam 25 yıl boyunca süren büyük Poloponnesian savaşında Atina imparatorluğuna karşı Spartalıları, Trireme ve Pilot adı verilen teknelerle destekleyen Cyren, bu savaşın ardından yüksek refah seviyesini M.Ö 331 yılına kadar sürdürebildi. M.Ö 323 de Büyük İskender’in ölümüyle hızlı bir şekilde geriye çekilen krallıktan kalan kısım Ptolemaios Hanedanına dönüşerek M.Ö 84 yılındaki Roma istilasına kadar yaşamını sürdürdü. Bu tarihlerde şehre egemen topluluklar 4 sınıfa ayrıldı. Bunlar Çiftçiler, vatandaşlar, yabancılar ve Yahudilerdir.
M.Ö 84 yılındaki Roma istilasının ardından Yahudiler üzerinde artan baskılar neticesinde M.S 76 yılında Yahudilerin başı çektiği bir halk ayaklanması çıkmış ve daha önce tarihte rastlanılmadığı kadar kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Bu tarihten sonra ise Kartaca ve İskenderiye şehirlerinin ticarette ön plana çıkması, 262 yılındaki büyük deprem ve ardından tam şehir kendini toparlamaya çalışırken 365 yılındaki diğer büyük deprem sonucunda Sabratha ve Leptis Magna gibi bu şehirler de yok oluşa doğru sürüklemeye başlamıştır.
Şehir 643 yılında Arapların hâkimiyetine 16. yüzyılda ise Türklerin hâkimiyetine girmiş ve uzun yıllar ıssız bir yer olarak farklı kaynaklarda yerini almıştır. Şehir bundan sonra 18. yüzyılda arkeologlar tarafından tekrar keşfedilmiş, 1. ve 2. Dünya savaşlarında İtalyanlar tarafından incelenmiştir!
Son olarak 2005 yılında Urbino (İtalya) Üniversitesinden arkeologların yaptığı çalışma neticesinde 76 adet neredeyse hiç bozulmamış heykel keşfedilmiştir. Bu bozulmamanın nedeni ise gidenlerin ve şehri dikkatlice inceleyenlerin dikkatini çekebilecek olan o zamanların sanat ruhuyla yaşayan insanlarının, mühendislik ve mimarlık zekâlarının da ne kadar gelişmiş olduğunu gösteren tüm şehri tutan büyük ve kademeli istinat duvarlarıdır. İşte bu 76 heykel, istinat duvarlarının, 365 yılındaki büyük depremde yıkılan kısımlarının altından çıkarılmıştır.
Şehri gezerken aklınızı karıştıracak fazla bir insana veya eşsiz tarihi atmosferden sizi uzaklaştıracak bir objeye rastlamadığınızdan şehrin o muhteşem günlerini, attığınız her adımın bir zamanların krallarının, kraliçelerinin o harika saraylarının, arenalarının hatta beklide o saraylarda tam tahtlarının üstünde, belki bir prensesin odasının, belki de kralın toplantılarını yaptığı meclislerin tam üstünde geziniyor olmasını hissetmek ve dünyaların nasılda bu derece değişebildiğini, büyük insan topluluklarının bir anda gidince binlerce yıllık bir sessizlikle izlerinin nasıl yavaş yavaş silindiğini ve silinemediğini gözlerinizle görmek sizi yaşadığınız somut dünyanızdan, misafir olduğunuz geçmiş zamanların arasına sıkışmış bu dünyada kaybettiriyor.






 Cyrene de güneş batarken.



      İşte bu yorucu günün ardında kaldığımız pansiyonumuza giderken dikkatimi çeken şehrin tümünü görebilen, hakim bir tepeden şehirle bütünleşerek masalları aratmayacak güzellikte batan güneş beni kendisine çekti. O anda oturduğum kayaların üstünden, ayaklarımın altında efsanevi Cyrene şehrini, sağ yanımda muhteşem bir uçurumu, ovaları ve uçsuz bucaksız gibi gözüken Akdeniz’i, tam karşımda ise kızıl kızıl batan o eşsiz güneşi görebiliyordum. İşte tam bu anlarda tüm hüznüyle aklımdan geçen ise, tüm bu güzellikleri yaşayabilmenin bedelinin,  eşsiz hisler ve anlar yaşasak da, bunları yalnız başımıza, sevdiklerimizden uzakta yaşıyor olmak olduğu kanaatiydi. Hayatlarımızı bir piramit gibi inşa edip, sevdiklerimizi piramit in en üstüne yerleştiriyor ve kendimize yer ayırmayı ise önemsemiyoruz. Ne zaman sevdiklerimizin yanına çıkmak istesek ayaklarımızı basacak yer bulamıyor, ucundan bastığımız zemine, sevdiklerimize sarılarak tutunabiliyoruz. Ardından ise tekrar işlerimize, uzaklara yani piramitin temellerine geri dönüyoruz.
           Cyrene şehrinin eşsiz manzarası dilerim ki tüm gidebilenlere dolu dolu hisler ve anlar yaşatır.
Onur TÜLÜ
Libya 2010