10 Mayıs 2012 Perşembe

GABARON VAHASI


     Eğer sonbaharda, çölde, pencereleri açık bir evde uyanırsanız, sabah çıkan hafif rüzgarın tılsımlı sesi, kulaklarınıza değilde gözlerinize hitap eder. O sesin, üzerinizden süzülüşünün ve odanın bir ucundan girip, bir başka ucundan çıkışını izlersiniz.

        Kasım ayının güneşli bir gününde, bir gün önceden ayarlamış olduğumuz çöl şartlarına uygun arabamız kapıda bizi bekliyor.  Awbari'ye geldiğinizde tanışıp konuştuğunuz herkes, size Gabaron vahasını gezmenizi tavsiye edecektir. Bizde bu tavsiyeye uyarak, bulabildiğimiz ilk zamanda vahaya gitmeye karar verdik.

        Biz daha hazırlık yapamadan sabah uyanmamızın ardından bizi almaya gelen 4*4 araçla Awbari den Sebha ya doğru yani kuzey yönüne doğru yaklaşık 60 km kadar giderek her yanımızı kuşatmış olan Sahara çölünün derinliklerine doğru direksiyonumuzu kırdık.


                  Sahara Çölüne uzanan belli belirsiz yolun kenarlarında hurma ağaçları bulunmakta.

         Bir süre çölün iç kısmına doğru ufak tefek yerleşimleri geçtikten sonra, yol kenarından gözüktüğünden çok daha güzel görüntüsüyle, sahara çölünün kıyısına geldik.  Altın sarısı kumlarıyla en dalgalı anında donmuş bir deniz gibi duran Sahra'ya girmeden önce şöförümüz kumlara batmaması için aracın lastiklerini indirdi ve  bizde bu fırsatı değerlendirip, araçtan indik. Başka hiçbir sesin olmadığı bir yer olan Sahra denizinin kıyısında, rüzgarın sesini dinleme şansına erişirseniz, bu sesi dinlerken güneşin sizi uyardığını, tuhaf bir şekilde sanki sadece sizin tepenizdeymiş gibi olduğunu hissedersiniz.


     Sahara Çölünün kıyısına geldiğinizde, çölün uzaktan göründüğünden daha etkileyici olduğunu görebilirsiniz.


           Kumlar ve rüzgar, çölde, güneşle işbirliği yaparak, size buradan uzak durmanız gerektiğini aksi taktirde ölümün sizi beklediğini fısıldamakta.

        Gerçektende sıradan bir gezi olarak düşündüğümüz bugün, yolda başımıza gelecek olanlarla çok iyi anlayacağımız üzere çok dikkatli ve iyi planlamadan yapılacak gezilerin, insanın çölde kaybolmasına ve çok uzun süreler asla bulunamamasına bile neden olabilir. 

         Biz aracımızla ilerledikçe derinleşen çölün içine 40 km ye yakın bir hızla yol almaya başladığımız ilk anlarda hoş gelen fakat zamanla tam bir işkenceye dönüşen 3-5 metrelik çöl dalgalarının üzerinde seyahatimiz, midemizi altüst etmenin dışında bizleri artık camdan bile dışarı bakamaz hale getiririyordu.


       Çölün içerisinde, rüzgarın etkisiyle kum tepeleri bazen mükemmel geometrik görüntüler oluşturmakta.


        Şöförümüzün yolu bildiğini varsayarak ve asla büyük terslik olabileceğini tahmin etmediğimizden yanımızda herhangi bir gps aletide olmadan tamamen şöförümüzün iç güdüleri ve sabah geçmiş olan birkaç  jeepin bıraktığı izler üzerinden Gabaron vahasına ulaşmaya çalışıyorduk. Yaklaşık olarak bu zorlu çöl ortamında, 55 km tamamen şöförümüzün içgüdüleriyle ve önceden bölgeye gitmiş olan birkaç jeepin bıraktığı izlerden yolumuzu bulmaya çalışırken, aniden korktuğumuz başımıza geliyordu ve şöförümüz çıkan rüzgarın yolumuzu bulmamız için gereken tüm izleri yok etmesiyle yolu kaybediyordu. Gerçektende dönüş yolunda anladığımız gibi çölde kumlardan oluşan koskoca tepeler, birkaç saat içinde tamamen yokolabilmekte bir çukura veya düzlüğe dönüşebilmekteydi. Evet şöförümüz Sahra'nın ortasında yolu kaybediyordu ve biz işte şimdi şöförümüzün neden koca bir bidon yedek benzin, bol miktarda su ve yiyecek aldığını daha iyi anlayabiliyorduk.
                        
                 
    Çölde ne yöne dönerseniz dönün bu görüntüden farklı bir şey görebilme imkanınız neredeyse yok.

         Şöförümüz artık kendi kendine sağa sola koşturuyor arabaya biniyor bir bölgeye gidiyor geri geliyor ve biz çölde zaman zaman rüzgar, güneş ve kumla baş başa kalıyorduk. O anda, bu bölgede herhangi bir şekilde 3-5 saat kadar bile kalmanın ölümle sonuçlanacabileceği gerçeğini hissediyorduk. (Eğer, temmuzun ortasında böyle bir şey yaşayacak olursanız, bu durumdan kurtulmanız için en fazla birkaç saatiniz var.) Çölün içimizde yarattığı his kulaklarımıza şimdi daha belirgin bir şekilde buraya ait olmadığımızı fısıldıyordu.  

         Psikolojik olarak çok zor bir saatin ardından tamamen bir tesadüf eseri aradığımız yerin aksinde, biz en azından geri dönerek hayatımızı kurtarmayı düşünürken, çölün ortasında o an karşımıza çıkmasıyla bize cennet gibi görünen Gaboron vahasını karşımızda buluyorduk. İnanılmaz bir eğimle, hafif sönük lastiklerimizin tutunmasıyla vahaya doğru tam ters bir istikametten hızla inerek, oraya gelme şansını yakalamış gezginlerin tuhaf bakışları arasından vahaya yuvarlanırcasına giriyorduk. Vahaya bu girişimiz şehrin ortasına durup dururken paraşütle inmemiz gibi tuhaf bir şekilde gerçekleşiyor ve bölgedeki insanların dikkatini çekiyordu.


 
       Gaboron Vahası çölde bir insanın tüm önemli gereksinimlerini karşılayabileceği en önemli yer.



         Vahaya ilk geldiğimizde ilk davranışımız, kendimizi kumlara atarak öncelikli olarak alt üst olmuş midemizden dolayı biraz dinlenmek ve soluklanmak oluyordu. Bölgeye geldiğimizde insanların Gabarona yaklaşık 10 jeeplik uzun konvoylar halinde, yanlarına birkaç rehber, her araca yerel şöför ve yardımcılarıyla çok dikkatli olarak geldiklerini görüyor ve ne kadar büyük bir risk alarak çok ciddi bir tehlike atlattığımızı fark ediyorduk.


    Çölde kafileler gidecekleri yönü kestirmeye çalışıp planlarını yapıyorlar.
.
            Gerçektende, eğer bilmediğiniz topraklarda geziyorsanız, asla kendi kriterlerinize göre hareket etmemeniz gerekmekte. Her bölgenin kendine has ciddi tehlikeleri ve riskleri mevcut. Gaboron vahasına gitme şansını yakalayabilecek olanlara bazı öneriler vermek gerekirse en az birkaç jeeplik konvoylarla yanlarına su ve yiyecek önlemlerini alarak ve kesinlikle bir gps aletiyle çıkmaları olacaktır. Eğer yaz aylarında bir çöl gezisi düşünüyorsanız, sonunda hayatınızın tehlikeye girebileceğini bilerek çok dikkatli ve özenli bir şekilde hazırlıklarınızı yapmanız gerekiyor.


Gabaron vahasında kafilelere ait 4*4 araçlar.

        Gabaron vahası çölde eğim nedeniyle kuytuda kalmış ve dolayısıyla çölün içine hapsettiği suların yeryüzünde ortaya çıktığı, suyunun aşırı tuzlu ve minarelce çok zengin olduğu, dolayısıyla suyun varlığıyla ortaya çıkmış bitki örtüsüyle insanın hayal ettiğinde aklına ilk gelecek türden  tipik bir vaha.

            Vahaya geldiğinizde güzelliğini bir kenara koyarsanız bir vahaya seyahat etmenin başından sonuna kadar bir bütün olduğunu, aynı yaşam gibi, amaca giderken başınıza gelenlerinde, amaç kadar hayata anlam kattığını ve tüm bu oluşların nihayetinde kendinizde biriktiğini ve sizi siz yaptığını anlayabilirsiniz.


Vahada bulunan kafe nin duvarı
            Eğer isterseniz Gabaron vahasının çok tuzlu ama içerisindeki yoğun minarelli ve yerel insanların söylediği kadarıyla çok faydalı olan suyuna girebilir bölgedeki ufak çaplı tesislerde çay ve içecek içebilir çöle özgü kayalardan yapılan küçük heykelciklerden satın alabilir, kum üzerinde kayak yapabilir, eğer çölün içinde bir gece geçirmek istersenizde bölgede bulunan barakaları kiralayabilirsiniz. Fakat burada kalmayı düşünüyorsanız, akrep, yılan ve bir çok böcek çeşidiyle birlikte uyuyabileceğinizide hesaba katmanız gerekmekte. Eğer buraya kadar gelmişseniz,burada bir gece geçirmek, geceleri başka hiçbiryerde göremeyeceğiniz kadar net bir gökyüzü, kusursuz temizlikte bir hava, derin bir sessizlikle  size çok şey katacak gibi gözükmekte.


     Gabaronda eğer isterseniz kayak kiralayıp kum kayağı yapabilirsiniz.

       Gabaron vahasının sakinleride çölün bu kısmında yaşamayı öğrenmiş Cezayir, Güney Libya ve Ghat kökenli toureg olarak bilinen insanlar. Yılan gibi derileri, keskin bakışlarıyla bu insanlar, her nekadar bir şeyler satmak, para kazanmak gibi masum nedenlerle buralarda bulunsalarda, her halleriyle çöl insanları olduklarını, gerekirse biz normal insanlardan çok daha rahatlıkla çöllerde yollarını bulabileceklerini, hayatlarını kurtarabileceklerini hissettiriyorlar. Bölgedeki toureglerinde biz Türkleri biliyor olması ve inanılması zor olsada evlerine gittiklerinde türk dizilerini izlediklerini söylemiş olmaları dünyanın apayrı bir köşesinde, apayrı bir dünyada bile, devrin iletişim kaynaklarının ne kadar yaygınlaştığını, dünyanın bu sayede ne kadar küçüldüğünü bize gösteriyor. Onlarla muhabbetimiz ve biraz alışverişin ardından geri dönmeye karar verdik.


    Touareg 


     Gabaron insanları( Touaregler) bakışlarıyla ve görünümleriyle çöle aidiyetlerini göstermekte.


      Kafede bize servis yapan garsonun yaşadığı hayat, bakışlarında gizli.

            Artık öğleden sonra olmasının ve bir çok gezi aracının bölgeye gelmesiyle, çöl yolları birazdaha belirginleşmiş ve dönüşümüz daha rahat olmuştu. Fakat dönüş yolumuzda birazdaha dikkatli ve temkinli hareket etmemize rağmen birkaç kez daha kaybolarak, tamamen değişmiş bir yol güzergahından çöle girdiğimiz yerin yaklaşık 20 km güneyinden Sahara nın kıyısına geri döndük. Gerçektende çölde eğer Gps gibi yardımcı elemanlarınız yoksa, yön kavramınızı tamamen kaybediyorsunuz, güneye gittiğinizi zannederek kuzeye, batıya gittiğinizi zannederek doğuya gidebilirsiniz.


    Dönüş yolunda çölün güvenli bölgelerinde çöl safarisi yapan gezginler görüyoruz.


    Dönüş yolunda nadiren kafilelere rastlıyoruz ve selamlaşıyoruz.


      Çölde geçirilen bir günün ardından düşündüğümüzde, asıl amacımızın vahaya gitmek olmasına rağmen anlattıklarımızın neredeyse hepsinin yolculuğumuza dair olması, bizleri hayat konusunda tekrar düşündürmekte ve varacağımız son noktada, hayat yolunda muvaffakiyet kadar önemli olan bir etmeni  yani istediğimiz noktaya ilerlerken yürüdüğümüz yolun, bazen ulaşabileceğimiz son noktadan daha önemli olabileceğini göstermekte.

       Genelde yaşamdan farklı olarak, bir çöldeyseniz kendi yolunuzu kendiniz çizersiniz ve bu yol sizin yolunuz olur. Herkesin yaşamında kendisine dayatılan duvarları aşarak, hayatın içinde kendi çölünü yaratması dileğimle.. 

Yorucu günümüzün ardından kaldığımız evin penceresinden akşam üstü çıkan kum fırtınası ve batan güneş


ONUR TÜLÜ 2012


6 Mart 2012 Salı

AWBARİ - Çöllerin Derinliklerinde Bir Kasaba



          Libya da kasım ayına gelmemize rağmen 20 derecelerde seyreden güneşli bir sonbahar günü Ülkenin 3. büyük kenti olan ve bizler için geçmişte Fizan diye adlandırılan bölgedeki Sebha şehrinin güney kısmındaki Awbari ( Ubari ) kasabasında yapılacak işlerimiz için hazırlıklarımızı tamamladık ve havaalanına vardık. 



       Libya iç hatları Sebha uçağıyla 1 saat 20 dakikalık bir çöl yolculuğuyla adeta pürüssüz bir uçuş yaptık. Uçuşumuz süresince, havada süzülürken uçaktan bile bakıldığında ucu bucağı görülmeyen bu çöl bölgesinin üzerinde aklınızdan çıkan düşünce oklarının nereye gittiğini kestiremediğiniz anlar olmakta.  Biz düşüncelere dalmış çöllerin derinliklerinde bir yerleşim yeri arar gözlerle bakarken uzun bir müddet uçaktan hiç görmediğimiz ama nihayetinde karşılaştığımız ilk yerleşim yeri olan Sebha yı gördük ve uçak yine pürüssüz bir rahatlıkla havaalanına indi.

                                               Gökyüzünden bakıldığında kum denizi
       
          Gerçektende Libya, bizlerin alıştığı bildiği coğrafyalara hiç benzemeyen tamamen kendine has özellikler taşıyan tuhaf bir bölge. Libya üzerinde yaptığınız uzun seyahatlerin çoğunda gerçek bir çöl denizi üzerinde seyahat edersiniz. Tüm bu yokluk ve hiçlik aleminin üzerinde bir ülke içinde gittiğimizi düşünürsek nispeten uzun bir süre gittikten ve havaalanına vardıktan sonra, çıkışta bölgenin en yüksek yerine kurulu olan ve genel olarak Türk arkadaşlarımızın yanılgıyla Osmanlı kalesi zannettikleri fakat İtalyan işgalcilerin bölgeyi kontrol etmek amaçlı yaptığı Fort Elana kalesi sizleri karşılar. Her ne kadar insanlarda bu kaleyi gezme hissi oluşsada kale askeri üs amaçlı kullanıldığından kaleye doğru hareket ettiğiniz anda askerlerin bakışlarına maruz kalarak geri dönmek zorunda kalıyorsunuz.



Sebha da İtalyanlar tarafından Koloniel dönemlerde yapılan Fort Elana Kalesi

          Havaalanından çıkışımızla birlikte arada sırada uğrayan uçakların ardından ani bir müşteri kapma hareketlenmesinin başladığı taksi duraklarında buluverdik kendimizi.  Bunun yanı sıra Avrupa merkezli tur organizasyonlarının jeepleri de Avrupa dan ve Dünya nın çeşitli bölgelerinden gelen turistleride alarak çölün derinliklerindeki vahalara, Ghat ve Germa bölgesindeki mağaralara ve tarih öncesi devirlerin insanlarından kalma olduğu düşünülen kayalara kazınmış olan figürleri gezdirmek için müşterilerini toplayarak konvoylar halinde ayrıldılar. Sadece 10 dakikalık hareketin ardından müşterilerin bitmesiyle taksi alanına  aniden sessizlik çöküverdi ve müşteri bulamayan birkaç taksicide ağır hareketleriyle yerlerine geçerek bir sonraki uçağı beklemeye koyuldular. Bizde biraz bekledik ve bizi almaya gelen taksiyle Awbari yollarına koyulduk. 



Sebha - Awbari yolu Size sahranın ortasında olduğunuzu rahatlıkla hissettirebilir.

           Güneye doğru bize yol boyu arkadaşlık edecek olan doğumuzdaki sert kum ve silt taşlarından tepeler ( Bu kayalar aynı zamanda jeolojik olarak ve insanlık tarihi açısından derin izler taşımakta, bölge altında yatan milyarlarca dolarlık petrol  ve doğal gaz yatakları nedeniyle jeolojik olarak çok detaylı araştırılmış bölgede aynı zamanda insanlık tarihini aydınlatacak kayalara kazınmış bir çok yazıt figür bulunmuş. Yüzyıllarca bu coğrafyaları elinde tutmuş bizlerin bu çalışmaların hiçbir kısmında  olmayıp İngiliz İtalyan Alman jeologların, arkeolagların bu yerleri saptamış yıllarca bu bölgeleri kontrol altında tutmuş olmalarıda ayrıca düşünülmesi gereken konulardan) üst kısımları aşınarak mükemmel bir şekilde törpülenmiş ve tepe kısımları sanki cetvelle çizilmiş gibi duran,  hiç kesilmeden güneye Ghat bölgesine kadar giden bu tepeler ve sağ tarafımızda sonsuz gibi duran, Libya da değilde, artık farklı, daha derinlikli bir yerde olduğumuzu bize hissettiren bembeyaz kumlarıyla koca Sahra çölü ve ara ara kumlarla kapanan dalgalı bir yol.

İnsanlığın ilk dönemlerinden kaldığı düşünülen memeli çizimleri

Fosilleşmiş bir ağaç gövdesi.

              Bizim için Libya da uzun süre kalmış olmamıza rağmen etkileyici gelen bu yollarda 2 saatin ardından karşımızda tam bir çöl kasabası hüvviyetinde Awbari çıktı.


           Awbari fiziksel yapısı itibari ile Libya nın şehirlerine benzesede kimyasal olarak neredeyse tamamen farklı bir bölge. Öncelikli olarak halkın çoğunluğu Afrikalı göçmenler ve Arap insanlardan çok Afrikalı halka benzeyen yerel halktan oluşmakta. Yine Libya’nın genelinden farklı olan bu çöl kasabasının varoşları ve dış mahallelerinde yine ülkenin diğer bölgelerinde ve hatta Dünya nın bir çok bölgesinde göremeyeceğimiz türden bir yoksulluk çaresizlik ve belirsizlik bulunmakta. Gerçektende bu bölgelerin fakirliği bizim bildiğimiz fakirliklerin hiçbirine benzemeyen insanların içecek su, yiyecek ekmek bulamadığı ağır bir yoksulluk. Bir evde yaşayabilecek ve bir ev kurabilecek kadar güçleri olmayan insanı derin üzüntü ve derin sorgulamalara iten bu insanlar sağdan soldan topladıkları çalılardan kurdukları evlerde yaşamaktalar. Fakat bütün bunların dışında şehir merkezinde daha iyi yaşayan aşiret mensubu ve yerel halktan varlık sahibi kişiler bulunmakta. 





Göçmen halkın ev yapmak için kullandığı yöntemle yapılmış terkedilmiş bir barınak.

         Bu kadar zorluklar içinde olup bizi derinlemesine etkileyen bu insanların güneydeki, Çad, Nijer  ve Orta Afrika ülkelerinden daha iyi bir yaşam için çıktıkları uzun yolculuklarda bir durak olması ve bizi bu kadar üzmesine rağmen kendi ülkelerinden daha iyi olduğunu düşündükleri bir yaşam görüntüsü bizlere,  bu insanların nasıl bir yalnızlık,çaresizlik ve  üzüntüler silsilesinden kaçtıkları hakkında bilgi vermekte. Bu arada not düşmek gerekirse Awbari de insanlar çöplerini yenilebilir ve yenilemez olarak iki ayrı poşette atmakta. Dediğimiz gibi buraların havası çok kendine has ve çok düşündürücü. Tüm bu fakirliklere rağmen insanların birbirlerine karşı tehlike içeren hiçbir davranışlarının olmamasıda oraya gitmeyi düşünebilecek insanlar için düşülmesi gereken bir not.  Hayattan zaten yeterince ürkmüş olan bu insanlar belli bir amacı olan her insan gibi amaçları doğrultusunda ( çoğu zaman bu muvaffakkiyete ulaşamasalarda) yürüyen her insan gibi dış unsurları olabildiğince kendine dezavantaj olmaktan uzak tutarak birbirlerinin fakirliklerine saygı duyarak kendilerine has olan ve onlardan başka beklide hiçbir insanın anlayamayacağı zorlu göç yolculuklarına devam etmekteler.

      Awbari nin sağlam kumtaşlarından oluşmuş tepelerinden Sahra üzerinde güneşin batışı

         Awbari kasabasının adeta çöle gömülmüş gibi duran haliyle tepelerden görünümü



               Tüm bu düşündürücü durumlardan sonra kasabada bulunan iki lokantadan biri olan ve Rize li bir Türkün işlettiği bizi Türkiye'den bu kadar uzaklarda çölün derinliklerindeki varlığıyla her zamanki gibi şaşırtan  bu lokantaya girdik. Yemeklerimizi yedik ve 30 sene önce buralara gelip evlenmiş buralara yerleşmiş lokanta sahibiyle sıcak muhabbetimizin ardından Türkiye manzaralı duvar tablolarının içinden ayrılmak için kalktık ve çıkışa doğru yürürken yine başka bir durum gözümüze çarptı. Bizim kalktığımız masa toplanmamıştı ve bizim ardımızdan masaya birileri oturmuş bizden kalanları yemekteydiler.  Bize tuhaf gelen bu durum Awbari için oldukça sıradan, lokanta sahipleri için ve diğer insanlar için hiç yadırganacak bir şey değildi. Bu insanlar maalesef çok fakir ve bu şekilde lokantada masada kalanları yiyerek günlerini geçirmekteler.  Gerçektende güney sahranın bu değişik kasabasında attığınız her adım sizi farklı düşüncelere ve Dünya da ne türden değişik varoluşların olduğunu düşündürmekte. Hem zaman hem mekan olarak tamamen özgün olan bu tür ortamlar insanın hayatında, aldığı nefesi sorgulatan, verirkende cevapları birkezdaha bulamadığı o en içinizden gelen ve derin derin hissedilen fakat anlatması zor anlardan.


          Awbari de güneş batarken


    Sebhadan başlayarak Ghat a kadar devam eden, yola paralel ve üstleri cetvelle çizilmiş kadar düzgün aşınmış tepeler.

           Tüm bunlardan sonra kiraladığımız evimize geçtik ve işlerimizi tamamlamak üzere planlarımızı yapmak için odalarımıza çekilerek dört tarafımızı saran dolunayın hafifçe aydınlattığı, insanı derin sessizliğiyle nedense içine içine çeken uçsuz bucaksız çöllerin, insanın yüzüne çarpmadan direk ruhuna işleyen
rüzgarlarının her üfürmesiyle adeta insana bilgeliğiyle, nasihat verip kalbini ferahlatan serinliğiyle evimizden çok uzaklarda gelecek günleri yaşamak üzere her zamanki gibi kaçınılmaz olan uykuya daldık..


Awbari tepelerine veda ederken..




                                                                                                                           ONUR TÜLÜ
                                                                                                                       LİBYA 2010 KASIM







22 Şubat 2012 Çarşamba

Sabratha LIBYA





İstanbul’dan 2 saat 20 dakikalık bir yolculuğun ardından uçağın penceresinden Libya’ya ilk bakışımda aklımdan geçen şeyler şunlardı: "Burası kesinlikle farklı bir yer olacak…"

Gerçekten de günler geçtikçe başta iklimsel ve coğrafi farklılıkların yanı sıra çalışma hayatı, sosyal yaşam ve insan profilleri ile Türkiye’den oldukça farklı bir ülkede olduğumuzu zamanla görebildim.

Günler geçtikçe ve biz o günleri çeşitli bölgelerde, çeşitli insanlarla geçirdikçe gördüğümüz farklılıkların bazen mutluluk verici bazen eğlendirici, bazen de düşündürücü olduğunu gözlemledik. Dolayısıyla tüm bu yapısal ve yer yerde kimyasal farklılıklar arasına karışıp Libya genel profiline bir renkte biz kattık. İşte tüm bu düşünceler ve yoğun iş temposundan kaynaklanan rahatlama isteği, kendimizi Libya’nın güzelliklerini keşfetmeye yöneltmemize neden oldu. Dolayısıyla bunun yollarını aramaya ve araştırmaya başladık ve ilk ulaştığımız sonuçlar Libya’nın en ünlü yerlerinden olan Leptis Magna (Khums), Osmanlı Çarşısı (Tripoli), ve Sabratha’yı gezme şansımız oldu.

Az bulutlu, güneşli ve sıcak olan tipik bir Libya gününde yoğun iş temposuyla Tripoli’de başlayan işlerimiz Tripoli’nin Tunus sınırına doğru 130 km kadar Kuzey batısında bulunan Zuwarah’a kadar uzandı. Öğleden sonra tamamlanan işlerimizin ardından kalan zamanımızı 4 mühendis arkadaş Zuwarah’a yaklaşık 50 km ve Tripoli’ye kuzeybatı yönünde yaklaşık olarak sahilden 70 km uzaklıkta bulunan tarihi Sabratha kentine gitmeye karar verdik. Zuwarah’tan tek yönlü bir yol ile yaklaşık 30 dakikalık bir araba yolculuğu ile aynı ismi taşıyan şehrin merkezinden tarihi Sabratha şehrine doğru uzanan yola girdik ve Leptis Magna’ya göre giriş kısmı daha düzenli olan tarihi kentin önüne gelerek uzaktan görünen kalıntıların etkisiyle yavaş yavaş büyüleyici Sabratha atmosferine girdik.

M.Ö. 6.yy.’de Fenikeliler tarafından Trans-Sahra ticaret yoluyla Afrika’dan gelen malların, şehrin doğal limanı sayesinde dünyaya aktarıldığı bir ticaret merkezi olan tarihi kente kapısından girdiğinizde ilk dikkatimizi çeken oldukça iyi korunmuş olan 3 katlı tiyatro oldu. Bu gün dahi halen birtakım organizasyonlar ve konserler için kullanılan tiyatro, şehrin en şaşalı zamanlarını yaşadığı imparator Septimus Severus (193-211) döneminin büyülü havasını size hissettirebiliyor. Biz de uzun süre bu masalsı, mimari harikanın içinde oyalandıktan sonra, bir zamanlar sanatın, zenginliğin ve mimarinin bu topraklarda nerelere gelebilmiş olduğunu gözlemleyerek, düşüncelere daldık. Sonra, şehrin insanı içine çeken tarihi dokusunun içine, suyun toprağın üstünde takıla takıla süzülmesi gibi bazen hızlı bazen yavaş, şehrin, yani o anda aslında tarihin içinde ilerledik.


Duvarların üzerine kazınmış yazılardan bir tanesi

Şehri gezdikçe bazı yerlerde taşlara kazınmış olan Latin harfleri dikkatimi çekti. Benzer duvar yazılarını Efes (Türkiye) ve Leptis Magna'da da görmüştüm. Hele Efes’teki beni çok etkilemişti. Orda gördüğüm 2 Latince kelimenin aslında birbirlerinin aşkını duvara kazıyan iki gencin isimleri olduğunu öğrenmiştim. Yüzyıllar önce insanların bu şekilde aşık olduğunu belki de dolaştığımız tarihi sokakların nice gizli yerler, nice hisli anlar barındırdığını düşünmek, harabe halindeki evlerde, nice insanların acı, tatlı nice duygularını, nice hislerini yaşadığını, o evlerde nice sofralar kurup, şimdi olmayan pencerelerinde güzel çiçekler yetiştirdiğini, pencerelerden birbirlerine laflar atıp, uzun uzun sohbetler ettiğini düşünmek, bir zamanlar aynı sokaklarda, çocukların koştuğunu, bir kedinin sokağın başında kendini kıstırmış olan köpekten kaçmaya çalıştığını, balıkçının tezgâhıyla şehirde gezindiğini düşünmek, kısacası bu şehrin bir zamanlar doyasıya yaşadığını hissetmek sizi bu dünyadan, var olmakla olmamak arasında kalmış, tarihte bir yerlerde gizli olan dünyalara götürebiliyor.
  
Tapınaklardan genel bir görünüm

Şehirde özellikle dikkat çeken 4 imparator  şunlar;
-Antonius Pius( MS 138-161)
-Marcus Aurelius Antonius ( MS 161-180)
-Lucius Aelius Aurelius Commodus (MS 180-192)
-Septimus Severus ( 199-211)

Tripolis yani 3 şehir; Oea (Tripoli), Leptis Magna (Khums) ve Sabratha şehirleri içinde en küçüğü olmasına rağmen geniş bir alana yayılmış olan Sabratha MÖ. 6. yy’de kurulmuştur. Romalıların eline geçtikten sonra çeşitli badirelerin ardından 2. ve 3. yy’de Leptis Magna gibi tekrar elden geçirilerek yenilenmiş, şehir mimari açıdan zirve noktasına ulaşmıştır. 4. yy’e kadar süren refah dönemlerinin ardından büyük ve yıkıcı bir depremin ardından şehir kendini toparlayamamış, Bizans döneminde ise küçülerek ve nispeten önemini yitirerek mütevazı bir liman kentine dönüşmüştür. Bu günlerde, Sabratha içinde bulunduğu şehre ismini vermiş ve ismini aynen korumuştur.

Romalılarda halk tuvaletleri

Şehir mimari özellikleri temel alındığında geç 3.yy eseri olan tiyatronun dışında, yaşam alanları, hamamlar, İsis Liber Pater, Lan Flom, Serapis gibi tanrıça ve tanrılara adanmış tapınaklar (deniz kıyısındaki 8 adet yan yana dizilmiş uzun sütundan oluşan Liber Pater tapınağını şehrin her yerinden görmeniz mümkün), bazilikalar, çeşmeler, mezarlıklar ve Romalılara has halk tuvaleti bulunmakta. Sikke ve değerli tarihi eşyalar ise tarihi şehrin içinde bulunan müzede ve bazı değerli parçalar da Tripoli şehir merkezinde Osmanlı çarşısının yanındaki müzede bulunmaktadır.


Kıyı kesiminde, önünde başsız bir kadın heykeli bulunan ve yanında çok iyi korunmuş olarak bulunan mozaikler ise görülmeye değer. Denize doğru bakan, banyo zemininde bulunan bu mozaiklerin dışında bu noktada biraz oturmanızı, Akdeniz'in o muhteşem deniz havasını içinize çekmenizi ve tam da bu noktadan şehrin harika manzarasını tekrar bir izlemenizi tavsiye ederim.Şehri dolaştıktan, tarihi doya doya yaşadıktan ve bizlerden önce yaşamış medeniyetlerin yaptıklarını gözlerimizle görüp insanoğlunun var oluş ve yok oluşlarla dolu serüveninin bir kez daha anlamaya çalıştıktan sonra şehirden yavaş yavaş ayrıldık. Üzerimizde hafif şaşkınlık, hayranlık ve biraz olsun rahatlamanın verdiği hisle arabamıza doğru yöneldik ve güzel bir günün ardından evlerimize doğru yol almaya koyulduk. Tabii ki eğer isterseniz bölgede oteller ve şehrin dışında birkaç yerde ufak tefek hediyelik dükkânlar mevcut. Fakat satılan ürünler Tripoli’de veya Libya’nın herhangi bir bölgesinde bulabileceğiniz türde.


Farklı bir gün yaşamak istediğinizde çıkıp gidebileceğiniz Sabratha antik kenti daha çok insan tarafından bilinmesi gereken, Libya’ya kattığı kültürel ve ekonomik değerle el üstünde tutulması gereken tarihi bir mekân. Sanırım Unesco’da bizim gibi düşünmüş olmalı ki 1982 yılında tarihi şehri Unesco Dünya Kültür Mirası kapsamına alarak bunu göstermiştir.

Onur TÜLÜ
Libya 2010





CYRENE / LIBYA



Tripoli’de Ekim ayının tozlu ve bazen sıcak, bazen ılık olan o kararsız havalarından birinin hakim olduğu bir günde verdiğimiz karar neticesinde Shahhat’te planladığımız iş için son hazırlıklarımızı tamamladık.
İşin aciliyeti nedeniyle, Tripoli’den Shahhat’e gitmenin en kısa yolu olan, Bingazi’ye uçakla ve daha sonra kara yolu ile Shahhat’e geçme planıyla yollara döküldük. 1 saat 10 dakikalık bir uçak yolculuğunun ardından Bingazi’deki işlerimizi hallettikten sonra Shahhat’e doğru yola çıktık.
250 km olan yolu 2 saat olarak hesaplamış olsak da, öyle olmasının biraz zor olacağını yola çıkınca anladık. Bingazi’nin 250 km kuzey batısında bulunan Shahhat’e yolculuğumuz Bingazi’nin çıkışından 70 km kadar süren düz bir yol ile başladı. Bu düz yolun iki yanında kalan ve muhtemel karşılaşacağımız güzellikleri kaçırmamak üzere etrafı izlerken küçük bir sürpriz yolumuzun üzerinde bizi karşıladı. Tripoli’de, Zuwarah’ta, Bingazi’de rastladığımızda çok şaşırmadığımız bir Türk lokantası bizi karşılayıverdi. Tamda yemek vaktimize denk gelen bu lokantada yemek yerken benimde aklımdan geçen şeyler bu ıssızlıkta bu lokantanın tamda bu noktaya Türkler tarafından kurulmasının nedeniydi.  Türklerin insanı şaşırtan bu sürprizlerinin yarattığı tebessümle sohbetimizi ve yemeğimizi tamamlayıp lokanta çalışanlarıyla selamlaşıp tekrar yollara koyulduk.
Yaklaşık 70 km’lik düz yolun ardından bir sürpriz daha yaşadık ve Libya’da ilk defa oldukça yeşil, virajlı ve gittikçe daha da dikleşen bir yolla tırmanışa geçtik. Sürekli tırmanışın ardından yolun 3. sürprizi de bizim için Ömer Muhtar köprüsü oldu. Ömer Muhtar ismine yakışan büyüklük ve nizam ile inşa edilmiş köprünün üzerinde bir süre duraklayıp altımızda akmakta olan vadiyi ve her yanımızı saran rüzgârlarla o ölümsüz ruhun bizi selamladığını hisseder gibi olduk ve gitmek zorunda olduğumuz işimiz için arabalarımıza atlayarak yolumuza devam ettik.

Wadi Al Kouf  köprüsü ve manzarası.

Köprüden sonra yaklaşık olarak 40 dakikalık bir yolun ardından yeşil Shahhat karşımızda duruyordu. Libya’nın diğer şehir yapılarına benzer yapıya sahip olan küçük Shahhat kasabasının iş yapacağımız kısmı genel şehir görünümünden tamamen farklı olan, şehrin en güzel, en yeşil olan ama en önemlisi içerisinde müthiş bir tarih barındıran efsanevi Cyrene şehrinin bulunduğu Yeşil Dağdı.
Yeşil Dağ mevkiinde tarihi kentin içine girmeden ilk göze çarpan muhtemelen 200-300 yıllık Yunan mimari özelliklerine sahip ama maalesef şu anda bakımsız durumdaki evler olmakta.  Bu evlerin hakim konumlarını, sahip oldukları eşsiz manzaraları incelediğinizde bu insanların bu masalsı şehirleri nasıl yapabildiklerini, bu sanatkar ve yaratıcı ruha nasıl sahip olabildiklerini bir an anlayabiliyorsunuz. Tüm bunları düşünürken bu sarı renkli taştan evlerin bile bir ruhunun olduğunu fark edip bakımsızlıklarına biraz daha üzülüyorsunuz.  
 Bu düşüncelerin ardından dolambaçlı ve kısa yolun sonunda yamaçlardan aşağıya akarcasına uzanan Cyrene şehri ayaklarınızın altından sizi karşılıyor. Cyrene şehri, bir uçurumun ardında başlayan, 10 km boyunca uzanan ve Akdeniz ile birleşerek, uçsuz bucaksız bir düzlük halini alan manzarasıyla, yaklaşık 550 m rakımlı, kışları kar yağacak kadar serin havasıyla bir dağın tepesinde, her noktasının tarihle dolu olduğu, şaşırtıcı derecede büyük olan Antik Yunan- Roma mimarisinin tipik elemanlarını barındıran yaklaşık 2600 yıllık tarihi bir kent.

Cyrene şehrinin küçük bir bölümü.

            2600 yıllık Cyrene şehrinin kuruluşu M.Ö 6. ve M.Ö 7. yüzyıllara Dorian kolonilerinin bu mevkiye göçleriyle başlamakta. Dorian kolonilerinin şehri kurmalarının ardından kısa sürede antik Libya’nın Cyrenaica bölgesinin baş şehri olan ve M.Ö 4. yüzyılda en yüksek refah seviyelerine ulaşan Cyrene şehri ekonomik gücünü mimarisine yansıtarak o zamanlarda yaratılan bu üstün koşulları adeta ispatlamakta. Şehrin bu üstün refah seviyesi, takvimler M.Ö 460 yılını gösterdiğinde Cyrene şehrinin bir cumhuriyete dönüşmesiyle sonuçlanmıştır. Bu noktada antik çağ dönemlerinde denizden yaklaşık 10 km uzaklıkta olan bu şehrin nasıl bu kadar gelişebildiği sorusu akıllara gelebilir. Bu sorunun cevabı farklı şekillerde verilse de bu gelişimdeki en büyük etmenin, o dönemlerde erkekler için afrodizyak kadınlar için ise doğum kontrol amaçlı kullanılan mucizevî Silphium bitkisinin ticaretine bağlanmaktadır.


Mucizevî Siphium bitkisi ve üzerine baskılarının yapıldığı Cyrene paraları.




O dönemlerde oldukça değerli olan bu bitkinin en fazla bulunduğu yer olarak ve yine sanıyorum ki kazandırdıklarından ötürü Cyreneliler bu bitkiyi yapılarının duvarlarına ( ki tohumu kalp şeklinde tasvir edilir) ve hatta paralarına basmışlardı
Tabii olarak ekonomik gelişmişlik ve Roma-Yunan yaşayışının kültür anlayışı sanatsal yapılar ve yaşam tarzının yanında şehre birde içlerinde Sokrates’ in öğrencilerinden Eratosthenes gibi filozofları ve bu filozoflar aracılığıyla kurulan filozof okulunu da kazandırmıştır.Şehirde bunun dışında göze çarpan en önemli yapılar; kayalara kazılan ve Dorian kolonilerini karakterize eden mezarlar, Apollo Tapınağı, Demeter ve Kore Tapınakları, Arenalar, Haşmetli Zeus Tapınağı, birden fazla yerde görebileceğiniz anfiler ve çeşitli Roma kalıntıları.
Zeus ve Artemis Tapınağı


Şehrin zaman içinde en büyük sorunları refah seviyesinin en yüksek seviyelere çıktığı andan itibaren başlıyor. M.Ö 431 ile M.Ö 404 yılları arasında sadece 1 yıl ara verilen ve tam 25 yıl boyunca süren büyük Poloponnesian savaşında Atina imparatorluğuna karşı Spartalıları, Trireme ve Pilot adı verilen teknelerle destekleyen Cyren, bu savaşın ardından yüksek refah seviyesini M.Ö 331 yılına kadar sürdürebildi. M.Ö 323 de Büyük İskender’in ölümüyle hızlı bir şekilde geriye çekilen krallıktan kalan kısım Ptolemaios Hanedanına dönüşerek M.Ö 84 yılındaki Roma istilasına kadar yaşamını sürdürdü. Bu tarihlerde şehre egemen topluluklar 4 sınıfa ayrıldı. Bunlar Çiftçiler, vatandaşlar, yabancılar ve Yahudilerdir.
M.Ö 84 yılındaki Roma istilasının ardından Yahudiler üzerinde artan baskılar neticesinde M.S 76 yılında Yahudilerin başı çektiği bir halk ayaklanması çıkmış ve daha önce tarihte rastlanılmadığı kadar kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Bu tarihten sonra ise Kartaca ve İskenderiye şehirlerinin ticarette ön plana çıkması, 262 yılındaki büyük deprem ve ardından tam şehir kendini toparlamaya çalışırken 365 yılındaki diğer büyük deprem sonucunda Sabratha ve Leptis Magna gibi bu şehirler de yok oluşa doğru sürüklemeye başlamıştır.
Şehir 643 yılında Arapların hâkimiyetine 16. yüzyılda ise Türklerin hâkimiyetine girmiş ve uzun yıllar ıssız bir yer olarak farklı kaynaklarda yerini almıştır. Şehir bundan sonra 18. yüzyılda arkeologlar tarafından tekrar keşfedilmiş, 1. ve 2. Dünya savaşlarında İtalyanlar tarafından incelenmiştir!
Son olarak 2005 yılında Urbino (İtalya) Üniversitesinden arkeologların yaptığı çalışma neticesinde 76 adet neredeyse hiç bozulmamış heykel keşfedilmiştir. Bu bozulmamanın nedeni ise gidenlerin ve şehri dikkatlice inceleyenlerin dikkatini çekebilecek olan o zamanların sanat ruhuyla yaşayan insanlarının, mühendislik ve mimarlık zekâlarının da ne kadar gelişmiş olduğunu gösteren tüm şehri tutan büyük ve kademeli istinat duvarlarıdır. İşte bu 76 heykel, istinat duvarlarının, 365 yılındaki büyük depremde yıkılan kısımlarının altından çıkarılmıştır.
Şehri gezerken aklınızı karıştıracak fazla bir insana veya eşsiz tarihi atmosferden sizi uzaklaştıracak bir objeye rastlamadığınızdan şehrin o muhteşem günlerini, attığınız her adımın bir zamanların krallarının, kraliçelerinin o harika saraylarının, arenalarının hatta beklide o saraylarda tam tahtlarının üstünde, belki bir prensesin odasının, belki de kralın toplantılarını yaptığı meclislerin tam üstünde geziniyor olmasını hissetmek ve dünyaların nasılda bu derece değişebildiğini, büyük insan topluluklarının bir anda gidince binlerce yıllık bir sessizlikle izlerinin nasıl yavaş yavaş silindiğini ve silinemediğini gözlerinizle görmek sizi yaşadığınız somut dünyanızdan, misafir olduğunuz geçmiş zamanların arasına sıkışmış bu dünyada kaybettiriyor.






 Cyrene de güneş batarken.



      İşte bu yorucu günün ardında kaldığımız pansiyonumuza giderken dikkatimi çeken şehrin tümünü görebilen, hakim bir tepeden şehirle bütünleşerek masalları aratmayacak güzellikte batan güneş beni kendisine çekti. O anda oturduğum kayaların üstünden, ayaklarımın altında efsanevi Cyrene şehrini, sağ yanımda muhteşem bir uçurumu, ovaları ve uçsuz bucaksız gibi gözüken Akdeniz’i, tam karşımda ise kızıl kızıl batan o eşsiz güneşi görebiliyordum. İşte tam bu anlarda tüm hüznüyle aklımdan geçen ise, tüm bu güzellikleri yaşayabilmenin bedelinin,  eşsiz hisler ve anlar yaşasak da, bunları yalnız başımıza, sevdiklerimizden uzakta yaşıyor olmak olduğu kanaatiydi. Hayatlarımızı bir piramit gibi inşa edip, sevdiklerimizi piramit in en üstüne yerleştiriyor ve kendimize yer ayırmayı ise önemsemiyoruz. Ne zaman sevdiklerimizin yanına çıkmak istesek ayaklarımızı basacak yer bulamıyor, ucundan bastığımız zemine, sevdiklerimize sarılarak tutunabiliyoruz. Ardından ise tekrar işlerimize, uzaklara yani piramitin temellerine geri dönüyoruz.
           Cyrene şehrinin eşsiz manzarası dilerim ki tüm gidebilenlere dolu dolu hisler ve anlar yaşatır.
Onur TÜLÜ
Libya 2010