22 Şubat 2012 Çarşamba

CYRENE / LIBYA



Tripoli’de Ekim ayının tozlu ve bazen sıcak, bazen ılık olan o kararsız havalarından birinin hakim olduğu bir günde verdiğimiz karar neticesinde Shahhat’te planladığımız iş için son hazırlıklarımızı tamamladık.
İşin aciliyeti nedeniyle, Tripoli’den Shahhat’e gitmenin en kısa yolu olan, Bingazi’ye uçakla ve daha sonra kara yolu ile Shahhat’e geçme planıyla yollara döküldük. 1 saat 10 dakikalık bir uçak yolculuğunun ardından Bingazi’deki işlerimizi hallettikten sonra Shahhat’e doğru yola çıktık.
250 km olan yolu 2 saat olarak hesaplamış olsak da, öyle olmasının biraz zor olacağını yola çıkınca anladık. Bingazi’nin 250 km kuzey batısında bulunan Shahhat’e yolculuğumuz Bingazi’nin çıkışından 70 km kadar süren düz bir yol ile başladı. Bu düz yolun iki yanında kalan ve muhtemel karşılaşacağımız güzellikleri kaçırmamak üzere etrafı izlerken küçük bir sürpriz yolumuzun üzerinde bizi karşıladı. Tripoli’de, Zuwarah’ta, Bingazi’de rastladığımızda çok şaşırmadığımız bir Türk lokantası bizi karşılayıverdi. Tamda yemek vaktimize denk gelen bu lokantada yemek yerken benimde aklımdan geçen şeyler bu ıssızlıkta bu lokantanın tamda bu noktaya Türkler tarafından kurulmasının nedeniydi.  Türklerin insanı şaşırtan bu sürprizlerinin yarattığı tebessümle sohbetimizi ve yemeğimizi tamamlayıp lokanta çalışanlarıyla selamlaşıp tekrar yollara koyulduk.
Yaklaşık 70 km’lik düz yolun ardından bir sürpriz daha yaşadık ve Libya’da ilk defa oldukça yeşil, virajlı ve gittikçe daha da dikleşen bir yolla tırmanışa geçtik. Sürekli tırmanışın ardından yolun 3. sürprizi de bizim için Ömer Muhtar köprüsü oldu. Ömer Muhtar ismine yakışan büyüklük ve nizam ile inşa edilmiş köprünün üzerinde bir süre duraklayıp altımızda akmakta olan vadiyi ve her yanımızı saran rüzgârlarla o ölümsüz ruhun bizi selamladığını hisseder gibi olduk ve gitmek zorunda olduğumuz işimiz için arabalarımıza atlayarak yolumuza devam ettik.

Wadi Al Kouf  köprüsü ve manzarası.

Köprüden sonra yaklaşık olarak 40 dakikalık bir yolun ardından yeşil Shahhat karşımızda duruyordu. Libya’nın diğer şehir yapılarına benzer yapıya sahip olan küçük Shahhat kasabasının iş yapacağımız kısmı genel şehir görünümünden tamamen farklı olan, şehrin en güzel, en yeşil olan ama en önemlisi içerisinde müthiş bir tarih barındıran efsanevi Cyrene şehrinin bulunduğu Yeşil Dağdı.
Yeşil Dağ mevkiinde tarihi kentin içine girmeden ilk göze çarpan muhtemelen 200-300 yıllık Yunan mimari özelliklerine sahip ama maalesef şu anda bakımsız durumdaki evler olmakta.  Bu evlerin hakim konumlarını, sahip oldukları eşsiz manzaraları incelediğinizde bu insanların bu masalsı şehirleri nasıl yapabildiklerini, bu sanatkar ve yaratıcı ruha nasıl sahip olabildiklerini bir an anlayabiliyorsunuz. Tüm bunları düşünürken bu sarı renkli taştan evlerin bile bir ruhunun olduğunu fark edip bakımsızlıklarına biraz daha üzülüyorsunuz.  
 Bu düşüncelerin ardından dolambaçlı ve kısa yolun sonunda yamaçlardan aşağıya akarcasına uzanan Cyrene şehri ayaklarınızın altından sizi karşılıyor. Cyrene şehri, bir uçurumun ardında başlayan, 10 km boyunca uzanan ve Akdeniz ile birleşerek, uçsuz bucaksız bir düzlük halini alan manzarasıyla, yaklaşık 550 m rakımlı, kışları kar yağacak kadar serin havasıyla bir dağın tepesinde, her noktasının tarihle dolu olduğu, şaşırtıcı derecede büyük olan Antik Yunan- Roma mimarisinin tipik elemanlarını barındıran yaklaşık 2600 yıllık tarihi bir kent.

Cyrene şehrinin küçük bir bölümü.

            2600 yıllık Cyrene şehrinin kuruluşu M.Ö 6. ve M.Ö 7. yüzyıllara Dorian kolonilerinin bu mevkiye göçleriyle başlamakta. Dorian kolonilerinin şehri kurmalarının ardından kısa sürede antik Libya’nın Cyrenaica bölgesinin baş şehri olan ve M.Ö 4. yüzyılda en yüksek refah seviyelerine ulaşan Cyrene şehri ekonomik gücünü mimarisine yansıtarak o zamanlarda yaratılan bu üstün koşulları adeta ispatlamakta. Şehrin bu üstün refah seviyesi, takvimler M.Ö 460 yılını gösterdiğinde Cyrene şehrinin bir cumhuriyete dönüşmesiyle sonuçlanmıştır. Bu noktada antik çağ dönemlerinde denizden yaklaşık 10 km uzaklıkta olan bu şehrin nasıl bu kadar gelişebildiği sorusu akıllara gelebilir. Bu sorunun cevabı farklı şekillerde verilse de bu gelişimdeki en büyük etmenin, o dönemlerde erkekler için afrodizyak kadınlar için ise doğum kontrol amaçlı kullanılan mucizevî Silphium bitkisinin ticaretine bağlanmaktadır.


Mucizevî Siphium bitkisi ve üzerine baskılarının yapıldığı Cyrene paraları.




O dönemlerde oldukça değerli olan bu bitkinin en fazla bulunduğu yer olarak ve yine sanıyorum ki kazandırdıklarından ötürü Cyreneliler bu bitkiyi yapılarının duvarlarına ( ki tohumu kalp şeklinde tasvir edilir) ve hatta paralarına basmışlardı
Tabii olarak ekonomik gelişmişlik ve Roma-Yunan yaşayışının kültür anlayışı sanatsal yapılar ve yaşam tarzının yanında şehre birde içlerinde Sokrates’ in öğrencilerinden Eratosthenes gibi filozofları ve bu filozoflar aracılığıyla kurulan filozof okulunu da kazandırmıştır.Şehirde bunun dışında göze çarpan en önemli yapılar; kayalara kazılan ve Dorian kolonilerini karakterize eden mezarlar, Apollo Tapınağı, Demeter ve Kore Tapınakları, Arenalar, Haşmetli Zeus Tapınağı, birden fazla yerde görebileceğiniz anfiler ve çeşitli Roma kalıntıları.
Zeus ve Artemis Tapınağı


Şehrin zaman içinde en büyük sorunları refah seviyesinin en yüksek seviyelere çıktığı andan itibaren başlıyor. M.Ö 431 ile M.Ö 404 yılları arasında sadece 1 yıl ara verilen ve tam 25 yıl boyunca süren büyük Poloponnesian savaşında Atina imparatorluğuna karşı Spartalıları, Trireme ve Pilot adı verilen teknelerle destekleyen Cyren, bu savaşın ardından yüksek refah seviyesini M.Ö 331 yılına kadar sürdürebildi. M.Ö 323 de Büyük İskender’in ölümüyle hızlı bir şekilde geriye çekilen krallıktan kalan kısım Ptolemaios Hanedanına dönüşerek M.Ö 84 yılındaki Roma istilasına kadar yaşamını sürdürdü. Bu tarihlerde şehre egemen topluluklar 4 sınıfa ayrıldı. Bunlar Çiftçiler, vatandaşlar, yabancılar ve Yahudilerdir.
M.Ö 84 yılındaki Roma istilasının ardından Yahudiler üzerinde artan baskılar neticesinde M.S 76 yılında Yahudilerin başı çektiği bir halk ayaklanması çıkmış ve daha önce tarihte rastlanılmadığı kadar kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Bu tarihten sonra ise Kartaca ve İskenderiye şehirlerinin ticarette ön plana çıkması, 262 yılındaki büyük deprem ve ardından tam şehir kendini toparlamaya çalışırken 365 yılındaki diğer büyük deprem sonucunda Sabratha ve Leptis Magna gibi bu şehirler de yok oluşa doğru sürüklemeye başlamıştır.
Şehir 643 yılında Arapların hâkimiyetine 16. yüzyılda ise Türklerin hâkimiyetine girmiş ve uzun yıllar ıssız bir yer olarak farklı kaynaklarda yerini almıştır. Şehir bundan sonra 18. yüzyılda arkeologlar tarafından tekrar keşfedilmiş, 1. ve 2. Dünya savaşlarında İtalyanlar tarafından incelenmiştir!
Son olarak 2005 yılında Urbino (İtalya) Üniversitesinden arkeologların yaptığı çalışma neticesinde 76 adet neredeyse hiç bozulmamış heykel keşfedilmiştir. Bu bozulmamanın nedeni ise gidenlerin ve şehri dikkatlice inceleyenlerin dikkatini çekebilecek olan o zamanların sanat ruhuyla yaşayan insanlarının, mühendislik ve mimarlık zekâlarının da ne kadar gelişmiş olduğunu gösteren tüm şehri tutan büyük ve kademeli istinat duvarlarıdır. İşte bu 76 heykel, istinat duvarlarının, 365 yılındaki büyük depremde yıkılan kısımlarının altından çıkarılmıştır.
Şehri gezerken aklınızı karıştıracak fazla bir insana veya eşsiz tarihi atmosferden sizi uzaklaştıracak bir objeye rastlamadığınızdan şehrin o muhteşem günlerini, attığınız her adımın bir zamanların krallarının, kraliçelerinin o harika saraylarının, arenalarının hatta beklide o saraylarda tam tahtlarının üstünde, belki bir prensesin odasının, belki de kralın toplantılarını yaptığı meclislerin tam üstünde geziniyor olmasını hissetmek ve dünyaların nasılda bu derece değişebildiğini, büyük insan topluluklarının bir anda gidince binlerce yıllık bir sessizlikle izlerinin nasıl yavaş yavaş silindiğini ve silinemediğini gözlerinizle görmek sizi yaşadığınız somut dünyanızdan, misafir olduğunuz geçmiş zamanların arasına sıkışmış bu dünyada kaybettiriyor.






 Cyrene de güneş batarken.



      İşte bu yorucu günün ardında kaldığımız pansiyonumuza giderken dikkatimi çeken şehrin tümünü görebilen, hakim bir tepeden şehirle bütünleşerek masalları aratmayacak güzellikte batan güneş beni kendisine çekti. O anda oturduğum kayaların üstünden, ayaklarımın altında efsanevi Cyrene şehrini, sağ yanımda muhteşem bir uçurumu, ovaları ve uçsuz bucaksız gibi gözüken Akdeniz’i, tam karşımda ise kızıl kızıl batan o eşsiz güneşi görebiliyordum. İşte tam bu anlarda tüm hüznüyle aklımdan geçen ise, tüm bu güzellikleri yaşayabilmenin bedelinin,  eşsiz hisler ve anlar yaşasak da, bunları yalnız başımıza, sevdiklerimizden uzakta yaşıyor olmak olduğu kanaatiydi. Hayatlarımızı bir piramit gibi inşa edip, sevdiklerimizi piramit in en üstüne yerleştiriyor ve kendimize yer ayırmayı ise önemsemiyoruz. Ne zaman sevdiklerimizin yanına çıkmak istesek ayaklarımızı basacak yer bulamıyor, ucundan bastığımız zemine, sevdiklerimize sarılarak tutunabiliyoruz. Ardından ise tekrar işlerimize, uzaklara yani piramitin temellerine geri dönüyoruz.
           Cyrene şehrinin eşsiz manzarası dilerim ki tüm gidebilenlere dolu dolu hisler ve anlar yaşatır.
Onur TÜLÜ
Libya 2010




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder