Tripoli’de Ekim ayının tozlu ve bazen
sıcak, bazen ılık olan o kararsız havalarından birinin hakim olduğu bir günde
verdiğimiz karar neticesinde Shahhat’te planladığımız iş için son
hazırlıklarımızı tamamladık.
İşin aciliyeti nedeniyle, Tripoli’den
Shahhat’e gitmenin en kısa yolu olan, Bingazi’ye uçakla ve daha sonra kara yolu
ile Shahhat’e geçme planıyla yollara döküldük. 1 saat 10 dakikalık bir uçak
yolculuğunun ardından Bingazi’deki işlerimizi hallettikten sonra Shahhat’e
doğru yola çıktık.
250 km olan yolu 2 saat olarak
hesaplamış olsak da, öyle olmasının biraz zor olacağını yola çıkınca anladık.
Bingazi’nin 250 km kuzey batısında bulunan Shahhat’e yolculuğumuz Bingazi’nin
çıkışından 70 km kadar süren düz bir yol ile başladı. Bu düz yolun iki yanında
kalan ve muhtemel karşılaşacağımız güzellikleri kaçırmamak üzere etrafı izlerken
küçük bir sürpriz yolumuzun üzerinde bizi karşıladı. Tripoli’de, Zuwarah’ta,
Bingazi’de rastladığımızda çok şaşırmadığımız bir Türk lokantası bizi
karşılayıverdi. Tamda yemek vaktimize denk gelen bu lokantada yemek yerken
benimde aklımdan geçen şeyler bu ıssızlıkta bu lokantanın tamda bu noktaya
Türkler tarafından kurulmasının nedeniydi. Türklerin insanı şaşırtan
bu sürprizlerinin yarattığı tebessümle sohbetimizi ve yemeğimizi tamamlayıp
lokanta çalışanlarıyla selamlaşıp tekrar yollara koyulduk.
Yaklaşık 70 km’lik düz yolun ardından
bir sürpriz daha yaşadık ve Libya’da ilk defa oldukça yeşil, virajlı ve
gittikçe daha da dikleşen bir yolla tırmanışa geçtik. Sürekli tırmanışın
ardından yolun 3. sürprizi de bizim için Ömer Muhtar köprüsü oldu. Ömer Muhtar ismine
yakışan büyüklük ve nizam ile inşa edilmiş köprünün üzerinde bir süre
duraklayıp altımızda akmakta olan vadiyi ve her yanımızı saran rüzgârlarla o
ölümsüz ruhun bizi selamladığını hisseder gibi olduk ve gitmek zorunda
olduğumuz işimiz için arabalarımıza atlayarak yolumuza devam ettik.
Wadi Al Kouf köprüsü ve manzarası.
Köprüden sonra yaklaşık olarak 40 dakikalık
bir yolun ardından yeşil Shahhat karşımızda duruyordu. Libya’nın diğer şehir
yapılarına benzer yapıya sahip olan küçük Shahhat kasabasının iş yapacağımız
kısmı genel şehir görünümünden tamamen farklı olan, şehrin en güzel, en yeşil
olan ama en önemlisi içerisinde müthiş bir tarih barındıran efsanevi Cyrene
şehrinin bulunduğu Yeşil Dağdı.
Yeşil Dağ mevkiinde tarihi kentin içine
girmeden ilk göze çarpan muhtemelen 200-300 yıllık Yunan mimari özelliklerine
sahip ama maalesef şu anda bakımsız durumdaki evler olmakta. Bu
evlerin hakim konumlarını, sahip oldukları eşsiz manzaraları incelediğinizde bu
insanların bu masalsı şehirleri nasıl yapabildiklerini, bu sanatkar ve yaratıcı
ruha nasıl sahip olabildiklerini bir an anlayabiliyorsunuz. Tüm bunları
düşünürken bu sarı renkli taştan evlerin bile bir ruhunun olduğunu fark edip
bakımsızlıklarına biraz daha üzülüyorsunuz.
Bu düşüncelerin ardından dolambaçlı ve kısa yolun sonunda yamaçlardan aşağıya
akarcasına uzanan Cyrene şehri ayaklarınızın altından sizi karşılıyor. Cyrene
şehri, bir uçurumun ardında başlayan, 10 km boyunca uzanan ve Akdeniz ile
birleşerek, uçsuz bucaksız bir düzlük halini alan manzarasıyla, yaklaşık 550 m
rakımlı, kışları kar yağacak kadar serin havasıyla bir dağın tepesinde, her noktasının
tarihle dolu olduğu, şaşırtıcı derecede büyük olan Antik Yunan- Roma
mimarisinin tipik elemanlarını barındıran yaklaşık 2600 yıllık tarihi bir kent.
Cyrene şehrinin küçük bir bölümü.
2600 yıllık Cyrene şehrinin kuruluşu M.Ö 6. ve M.Ö 7. yüzyıllara Dorian
kolonilerinin bu mevkiye göçleriyle başlamakta. Dorian kolonilerinin şehri
kurmalarının ardından kısa sürede antik Libya’nın Cyrenaica bölgesinin baş
şehri olan ve M.Ö 4. yüzyılda en yüksek refah seviyelerine ulaşan Cyrene şehri
ekonomik gücünü mimarisine yansıtarak o zamanlarda yaratılan bu üstün koşulları
adeta ispatlamakta. Şehrin bu üstün refah seviyesi, takvimler M.Ö 460 yılını
gösterdiğinde Cyrene şehrinin bir cumhuriyete dönüşmesiyle sonuçlanmıştır. Bu
noktada antik çağ dönemlerinde denizden yaklaşık 10 km uzaklıkta olan bu şehrin
nasıl bu kadar gelişebildiği sorusu akıllara gelebilir. Bu sorunun cevabı
farklı şekillerde verilse de bu gelişimdeki en büyük etmenin, o dönemlerde
erkekler için afrodizyak kadınlar için ise doğum kontrol amaçlı kullanılan
mucizevî Silphium bitkisinin ticaretine bağlanmaktadır.
Mucizevî Siphium bitkisi ve üzerine
baskılarının yapıldığı Cyrene paraları.
O dönemlerde oldukça değerli olan bu bitkinin en fazla bulunduğu yer olarak ve yine sanıyorum ki kazandırdıklarından ötürü Cyreneliler bu bitkiyi yapılarının duvarlarına ( ki tohumu kalp şeklinde tasvir edilir) ve hatta paralarına basmışlardı
Tabii olarak ekonomik gelişmişlik ve Roma-Yunan yaşayışının kültür anlayışı sanatsal yapılar ve yaşam tarzının yanında şehre birde içlerinde Sokrates’ in öğrencilerinden Eratosthenes gibi filozofları ve bu filozoflar aracılığıyla kurulan filozof okulunu da kazandırmıştır.Şehirde bunun dışında göze çarpan en önemli yapılar; kayalara kazılan ve Dorian kolonilerini karakterize eden mezarlar, Apollo Tapınağı, Demeter ve Kore Tapınakları, Arenalar, Haşmetli Zeus Tapınağı, birden fazla yerde görebileceğiniz anfiler ve çeşitli Roma kalıntıları.
Zeus ve Artemis Tapınağı
Şehrin
zaman içinde en büyük sorunları refah seviyesinin en yüksek seviyelere çıktığı
andan itibaren başlıyor. M.Ö 431 ile M.Ö 404 yılları arasında sadece 1 yıl ara
verilen ve tam 25 yıl boyunca süren büyük Poloponnesian savaşında Atina
imparatorluğuna karşı Spartalıları, Trireme ve Pilot adı verilen teknelerle
destekleyen Cyren, bu savaşın ardından yüksek refah seviyesini M.Ö 331 yılına
kadar sürdürebildi. M.Ö 323 de Büyük İskender’in ölümüyle hızlı bir şekilde
geriye çekilen krallıktan kalan kısım Ptolemaios Hanedanına dönüşerek M.Ö 84
yılındaki Roma istilasına kadar yaşamını sürdürdü. Bu tarihlerde şehre egemen
topluluklar 4 sınıfa ayrıldı. Bunlar Çiftçiler, vatandaşlar, yabancılar ve
Yahudilerdir.
M.Ö 84 yılındaki Roma istilasının
ardından Yahudiler üzerinde artan baskılar neticesinde M.S 76 yılında
Yahudilerin başı çektiği bir halk ayaklanması çıkmış ve daha önce tarihte
rastlanılmadığı kadar kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Bu tarihten sonra ise
Kartaca ve İskenderiye şehirlerinin ticarette ön plana çıkması, 262 yılındaki
büyük deprem ve ardından tam şehir kendini toparlamaya çalışırken 365 yılındaki
diğer büyük deprem sonucunda Sabratha ve Leptis Magna gibi bu şehirler de yok
oluşa doğru sürüklemeye başlamıştır.
Şehir 643 yılında Arapların hâkimiyetine
16. yüzyılda ise Türklerin hâkimiyetine girmiş ve uzun yıllar ıssız bir yer
olarak farklı kaynaklarda yerini almıştır. Şehir bundan sonra 18. yüzyılda
arkeologlar tarafından tekrar keşfedilmiş, 1. ve 2. Dünya savaşlarında
İtalyanlar tarafından incelenmiştir!
Son olarak 2005 yılında Urbino (İtalya)
Üniversitesinden arkeologların yaptığı çalışma neticesinde 76 adet neredeyse
hiç bozulmamış heykel keşfedilmiştir. Bu bozulmamanın nedeni ise gidenlerin ve
şehri dikkatlice inceleyenlerin dikkatini çekebilecek olan o zamanların sanat
ruhuyla yaşayan insanlarının, mühendislik ve mimarlık zekâlarının da ne kadar
gelişmiş olduğunu gösteren tüm şehri tutan büyük ve kademeli istinat
duvarlarıdır. İşte bu 76 heykel, istinat duvarlarının, 365 yılındaki büyük
depremde yıkılan kısımlarının altından çıkarılmıştır.
Şehri gezerken aklınızı karıştıracak
fazla bir insana veya eşsiz tarihi atmosferden sizi uzaklaştıracak bir objeye
rastlamadığınızdan şehrin o muhteşem günlerini, attığınız her adımın bir
zamanların krallarının, kraliçelerinin o harika saraylarının, arenalarının
hatta beklide o saraylarda tam tahtlarının üstünde, belki bir prensesin
odasının, belki de kralın toplantılarını yaptığı meclislerin tam üstünde
geziniyor olmasını hissetmek ve dünyaların nasılda bu derece değişebildiğini,
büyük insan topluluklarının bir anda gidince binlerce yıllık bir sessizlikle
izlerinin nasıl yavaş yavaş silindiğini ve silinemediğini gözlerinizle görmek
sizi yaşadığınız somut dünyanızdan, misafir olduğunuz geçmiş zamanların arasına
sıkışmış bu dünyada kaybettiriyor.
Cyrene
de güneş batarken.
İşte bu yorucu günün ardında kaldığımız pansiyonumuza
giderken dikkatimi çeken şehrin tümünü görebilen, hakim bir tepeden şehirle
bütünleşerek masalları aratmayacak güzellikte batan güneş beni kendisine çekti.
O anda oturduğum kayaların üstünden, ayaklarımın altında efsanevi Cyrene
şehrini, sağ yanımda muhteşem bir uçurumu, ovaları ve uçsuz bucaksız gibi
gözüken Akdeniz’i, tam karşımda ise kızıl kızıl batan o eşsiz güneşi
görebiliyordum. İşte tam bu anlarda tüm hüznüyle aklımdan geçen ise, tüm bu
güzellikleri yaşayabilmenin bedelinin, eşsiz hisler ve anlar yaşasak
da, bunları yalnız başımıza, sevdiklerimizden uzakta yaşıyor olmak olduğu
kanaatiydi. Hayatlarımızı bir piramit gibi inşa edip, sevdiklerimizi piramit in
en üstüne yerleştiriyor ve kendimize yer ayırmayı ise önemsemiyoruz. Ne zaman
sevdiklerimizin yanına çıkmak istesek ayaklarımızı basacak yer bulamıyor,
ucundan bastığımız zemine, sevdiklerimize sarılarak tutunabiliyoruz. Ardından
ise tekrar işlerimize, uzaklara yani piramitin temellerine geri dönüyoruz.
Cyrene şehrinin eşsiz manzarası dilerim ki tüm gidebilenlere dolu dolu hisler
ve anlar yaşatır.
Onur TÜLÜ
Libya 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder